Haftasonunu dolu dolu geçirdim diyebilirim.
Son zamanlarda beyne eklendikçe eklenen yorgunluğu atabildim yani.
Güzel bir cumartesi günü basketbolu, ardından ayran, bira ve upsarin eşliğinde bir keyif çatma ile günün nasıl geçtiğini anlayamıyorsun. Basketbolu da son zamanlarda yeniden keşfeder oldum. Doğru kişilerle oynandığında herşeyden daha çok rahatlatıcı bir aktiviteye dönüşebilir.
Cumartesi günü böyle, gecesi bir arkadaşın bahçede mangal partisi var abi gelir misin demesiyle belli olmuştu :)
Sabah saatlerine kadar oturduk, sohbet, daha çok şamata... Bir de Türk ortamında sürekli bir geyik havası olur, nereye de gitseniz olur. Bizimkinde de pek farklı değildi.
Muhabbete lafım yok. Beni bozan çevirilen geyiklerden çok çalınan müzikti. Nedense bir yerde çalan notalar kulağımın aşina olduğu kalıpların dışında ve benim girilmez bölgeler olarak işaretlediğim türden ise işte o zaman ya çok sıkı bir sohbete ihtiyaç duyarım ya da orada işim kalmaz zaten.
Evin bahçesi tam benim mood notalarına uygundu aslında fakat kim olduğunu ayırt edemediğim arabeskler açıldı ve herkes tüm şarkıları mı ezbere bilir kardeşim. Meraktan sordum, Hakan Altun diye biriymiş. Bari dedim, halk müziği tarzında birşeyler çalın, içim dışım garden fantezi oldu çıktı :D
Allahtan, Sofya Elçiliği'nde çalışan bizden yaşça büyük bir abimiz var o da bana destek çıktı ve en azından halk müziğinin güzel örneklerine geçilebildi. Çok da büyüttüğüm meseleler değil aslında fakat üzülüyorum yurdum gençlerimin bir
Deep Purple, bir
Whitesnake bile dinlemeden Duman'a rock/metal demelerine ve kendilerini "rock da dinlerim, herşeyi dinlerim ben aaağğbiii" sınıfına yerleştirip her kapıyı açık bırakma çabalarına.
Sen yine herşeyi dinle ama en azından farkında ol. Farkındalık, bilgiyi ve bilginin kullanımını da arttırır. Herneyse...
Pazar gününün de bir sorumluluğu vardı üzerimde. Üniversite yurdunda aynı daireyi paylaştığım arkadaşım Pavel'i geçtiğimiz yaz evlendirdik. Artık, dünyalar güzeli 2 aylık bir de kızları var. Pazar, erkenden kalktım, o güzel kıza birkaç hediye ve annesine de bir saksı çiçeği beğendim. Sofya'dan 30 km. uzaktaki Pernik'e onları görmeye gittim. Gayet keyifli geçirilen birkaç saatin sonunda Sofya yolunu tuttum. Aklımda, eski yurt günlerimizin hatıraları ve yaşlanmakla ilgili ileri geri düşünceler gitti geldi.
Ancak, bu derin(!) düşünceler yerini hemen anlık sinire bıraktı yerini. Öylesine bir trafik sıkışıklığı bekliyordu ki beni, henüz haberim bile yoktu. Olayın ciddiyetini anladıktan sonra hemen çalan müziği değiştirdim. Taktığım CD'den
Moonspell albümlerinin hemen hemen tamamı çıktı.
Moonspell'i özlediğimi anladım hemen.
Wolfheart albümüyle büyüdüm, geliştim.
Sin/Pecado ile oldunluğa erişmeye başladığımı hissettim. Şimdi de
Memorial albümüyle her iki dönemin ortalamasını alan bir edayla hem birçok şeye biraz yukarıdan bakabildiğimi hem de aşağıda gençlerle kafa sallayıp pogoya katılmak istediğimi görebildim. Geçiş döneminde miyim neyim!?
Herhalde! Fakat önemli olan, müzikten o eski tadı hala alabilmem ve daha uzun seneler alacak olduğumu hissetmem.
Moonspell'in Finisterra'sıyla baş başa bırakıyorum!